"Başkaları gülü bir çiçek diye sever belki de. Ama biz, gülü “gül” olduğu için severiz. Bizim için gül sevgilidir, gül güzelliktir, gül coşkudur. Gül, esmanın eşyaya tecellisinin esrarıdır. Gül aşktır, gül sevinçtir, gül bahar muştusudur… Gül, ezelle ebed arasındaki bütün zamanların en güzelinden yansımalar taşıdığı için güzeldir. Ve katmer gül; rengini şehit kanından, kokusunu Efendimiz (A.S.)’ın mübarek teninden aldığı için çiçekler sultanıdır.
Bu sebeple olsa gerek, gülün kokusuyla kendimizden geçeriz. Başka bir aleme gideriz. Yol buluruz mâverâya… Biz güle, gülistanda açan katmer güllere “Peygamberlik Gülzarının Eşsiz Gülü”nün remzi olduğu için vurgunuz. Ve gülü her kokladığımızda salâvat getiririz, O’nun terinin kokusundan bir zerreyi teneffüs ettiğimizden…
Gülü tarife ne hacet; gül Sevda-yı Muhammedî’dir. Gülün sevdası kalbimizin hâfi tepelerinde, ahfâ zirvelerinde sancak açmıştır. Ve bizler, gönlü gülşen olan insanlara meftun oluruz, Kainatın Solmayan Gülü’nün aşkıyla… Gün gelir, gözyaşıyla gül sularız. Bir gül için bin dikene su veririz. Ve biliriz ki, güllerin içinde diken yoktur, dikenler içinde gül vardır.
O, aşkımızın mihrabındaki gül… O, alemlere rahmet olarak gönderilen bir rasûl… O, çöl sıcağındaki bir kevser şelâlesi… O, teşrifiyle kainatı aydınlatan ve ışık bahşeden sonsuz bir nur şulesi… Gündüzleri dünyayı ışıtan güneş ve geceleri gökyüzünde çiçek çiçek açan yıldızlar, O’nun sönmeyen ışığının en mütevazi kandilleri… Sera da, süreyya da O’nun nuruyla aydınlanır… O’nun sîreti bir amaç, O’nun sünneti bir hidayet, O’nun sureti gönüllere ülfet ve nimet veren bir âb-ı hayat… Ruhumuz O’na aşık… O, gül mushaflı sevdamızın sembolü… O, onsekiz bin alemin emsali olmayan gülü…
Divan şairimiz Fuzûlî Su Kasidesinde:
“Suya versün bağban gülzârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek, verse bin gülzâre su.”
diye O Gül’ün dünyaya bir kere geleceğini, bahçıvanın bin gül bahçesini sulasa, sele verse dahi O’nun yüzü gibi bir gül açılmayacağını en lâtif bir biçimde ifade ediyor…
Lâkin, O Gül’ün sevdasını kelimelerle anlatmak, dizelerle vasfeylemek ne mümkün? O, “levlâke, levlâk…” sırrının muhatabı olan hayat güftesi… O, tebessümünden cennetler yaratılan mutluluk bestesi… O, bütün çağların önünü aydınlatarak ademoğlunu karanlıktan kurtaran yaratılmışların en yücesi… O, Rabbimizin terbiyesiyle yetişmiş bir ahlâk abidesi… O, çaresizlerin çaresi… O, kimsesizlerin kimsesi… O, hurma kütüğünün bile hasretinden inlediği bir ülfet çeşmesi… O, vefanın zirvesi… O, insanların en sabırlısı, en hoşgörülüsü, en azimlisi, en kararlısı… O, yiğitlik ve cömertlik timsali… O, kainatın bir numune-i imtisali… O, efendiler efendisi… O, Allah’ın müjdesi… O, insanlığın müjdecisi… O; hem “Halîl”, hem “Habîb”, hem “Sıddîk”, hem “Emîn”… O, sevgi tohumları atıp, kardeşlik duyguları yeşerten; toprağa yağmur, karanlığa nur ve gönlümüze sürur olan sevgililer sevgilisi…
O’nda toplanmıştır bütün güzellikler… O, hep “ümmetim, ümmetim” diyen, “nefsim” demeyen Hâtemül Enbiyâ tacının sahibi… O, Sidretü’l Münteha’nın misafiri… O, Gâye İnsan… O, Mahşer günündeki tek sığınak… O, kırık gönüllerin mimarı… O, Hakk’a giden yolun rahmet kapısı… O, İslâm’ı bütünüyle hayatında billurlaştıran, bizatihi İslâm’ın kendisi olan Habib-i Kibriya… O, çöle inen nuru bütün cihana yayarak tebliğini tamamlayan nebiler nebisi… O, tek Rehber… Aşıklar O’nun için yanar… Sadıklar O’nun için ağlar… Rüzgar O’nun yadıyla eser… Bülbüller O’nun kokusunun olmadığı yerlerde susar… O’nun izinden gitmeyen saadet bulamaz. O’nun nuruna pervane olmayan mahşerde kurtulamaz…
O, ilâhi nizamın namütenahi güzelliğini bahşetti gönüllerimize… O, ruhlarımıza üflediği sonsuzluk aşkıyla hilkatin esrarını öğretti bize… O’nsuz ne farkı vardı gündüzlerin geceden?.. O’na gelen vahiyle aydınlandık, karanlık her düşünceden… O olmasaydı, sonsuzluk iklimine ulaşamazdık… O olmasaydı, dünyadaki bu sarp yokuşları asla aşamazdık… O’nunla kalbimize nur olup, ilham doldu… O’nunla ışık buldu gece, gündüz ve akşam… O’nsuz baharlar kıştı… O’nsuz insanlık, öksüz ve yetim kalmıştı…
Kainatta mütecelli olan esma-yı ilâhiyye’yi şahsında en mükemmel biçimde tebarüz ettirip, en mücellâ keyfiyetiyle temsil eden gaye insan O’dur. O’nun her kelâmı hakla batılı ayıran bir kıstas; O’nun her hükmü şaşmaz bir adalettir. O’nun hayatı tebliğini temsille geçmiş ve cihana en iyi tebliğin temsil olduğunu göstermiştir.
O, ıztıraptan çatlamış dudaklara merhem, kuraklıktan çoraklaşmış gönüllere zemzem, insanlığını kaybetmiş ruhlara erdem ve alev alev yanan sinelere bir meltem gibi serinlik; bizlere cennet-âsâ baharlar ikram eder…
O’nun gelişi, gecelerin ebedi bir gündüze dönüşüdür… Ve O’nunla İslâm’ın nuru tulû etmiştir. O, ümmetini küfrün yakıcı sıcağından imanın serin iklimine kavuşturmuş, karanlıktan nurun aydınlığına çıkarmıştır.
Uykuda bile uyanık kalmanın keyfiyetine vasıl olan gönül erleri, nurani ışıltıların semavi izdüşümlerini O’na teslimiyette bulurlar. Muhakkak ki, sema ile arz arasında meydana gelecek bir kutlu buluşma “Gül Devri”nden ilham alan bir iklimde gerçekleşir. O Gül’ün namütenahi güzelliği kalplere yansıdığında, gecesi olmayan bir gündüz tecelli edip, gönüllerde gül tomurcuklarının açılmasına vesile olur.
Unutmayalım ki, en karanlık devirlerde bile dikenler arasında goncaya durmuştur güller… Gülün çevresindeki dikenler, gül kokusuyla hemhâl olunca güle dönüşür birer birer… Bizler, “Gül” kokusunun ikliminde insanlığımızı yeniden keşfettiğimiz zaman; rahmet, bereket ve hidayet yağmurlarıyla madde ve mana planında dirileceğiz. Mekanın ve zamanın ölü noktalarına Gül Devri’nden gelen esintilerle hayat üflemeye muktedir olacağız. Gül yüzlüler göz yaşıyla gül sularken, tomurcuk veren güllerin açılmasını beklemektedir… Gonca güller açıldığı zaman vuslat baharı gelecek, gönlümüz şaduman olacaktır. Kalpler O’na bağlanıp râm olduğunda, yanlışlıklar bütün neticeleriyle ortadan kalkacaktır…
" "Gecenin karanlığında, arzın ve arşın taşıyamadığı yaratılmış olmanın sorumluluğunu, insanın üzerine almasıdır teheccüd. Gecenin doruğunda, aniden ve sebepsiz yere uyandığı olur insanın. Uykusunun bir yerindeki açıktan başka alemleri görmüştür. Uyku, uykuda tutamaz artık insanı. İlk düğüm çözülmüştür. Sonraki düğümleri çözmek yiğitlerin işi...
Kapı çalınıyor.
Gecenin yarısı... Kim olabilir?
Hz. Ali r.a. ile Hz. Fatıma r.a.'yı bu geç vakitte uyandıran kim?
Bir şey mi oldu? Önemli bir haber mi var? Herkesin uykuda olduğu şu vakitte kapı neden çalınıyor?
İkisi birden uyanıyor. Bakıyorlar, kapıyı çalanın Rasul-i Ekrem s.a.v. olduğunu anlıyorlar. Gelen O... Alemlerin övüncü, Allah'ın son elçisi. Gece ibadetine kalkmaları için geldiğini biliyorlar.
Efendimiz s.a.v. onları uyandırdıktan sonra kendi evine dönüyor. Namaza duruyor, Aişe r.a. Validemiz'in her zaman güzelliğinden ve uzunluğundan sitayişle bahsettiği teheccüd namazına. (Buharî, Teheccüd 16)
Namaz uzun sürüyor. Efendimiz s.a.v. selam verip namazından ayrıldıktan sonra, tekrar Hz. Ali r.a. ile Hz. Fatıma r.a.'nın evine gidiyor. Onları uyandırmıştı, ama kalktıklarına dair bir emare göremedi. Tekrar uyandırmaya gidiyor ve bu sefer sesleniyor:
- Kalkın. İkiniz de Namaz kılın!
İkisi de uyanıyor. Hz. Ali r.a. gözlerini ovalıyor. Uykulu halde belki de iyice düşünmeden ağzından bir söz çıkıyor:
- Vallahi Allah'ın bize farz kıldığından başka namaz kılamayız. Canlarımız Allah Tealâ'nın elindedir. Bizi uyandırmayı dilerse, uyandırır.
Rasul-i Ekrem s.a.v. hemen geri dönüyor, bir taraftan da �Allah'ın bize farz kıldığından başka namaz kılamayız� sözünü iki kere tekrar ediyor ve şu ayeti okuyor:
�Zaten insan tartışmaya pek düşkündür.� (Kehf, 54) (Buharî, Teheccüd 5)
Uykusunu bölen o bahtiyar kullar
Uykunun en tatlı yerinde uyanmak, abdest alıp namaza durmak çok özel, çok güzel bir şey� Ama kolay değil. Buna teheccüd denir. Efendimiz s.a.v. biricik kızını ve çocukluğundan beri yanından ayırmadığı damadı Hz. Ali r.a.'ı teheccüde kaldırıyor. Farzlardan sonra Allah'a en sevimli olan namaza çağırıyor. (Müslim, Sıyam 202)
Yüce Mevlâ, gecenin bir kısmında namaza kalkmasını Rasulullah s.a.v. Efendimiz'e zaten emretmişti:
�Gecenin bir kısmında da uyanıp kalk ve sana mahsus olmak üzere nafile namaz kıl; ola ki bu sayede Rabbin seni övgüye değer bir makama ulaştırır.� (İsra, 79)
Efendimiz s.a.v. de her gece kalkar, Rabbi'nin emrine uyarak namaz kılar, secdelere kapanır ve uzun uzun O'na yalvarırdı. Secdede iken yaptığı dualardan biri şöyleydi:
- �Allahım! Sadece sana secde ettim. Yalnız sana iman ettim. Sana teslim oldum. Benim yüzüm, kendini yaratıp ona şekil veren, kulağını ve gözünü var eden Rabbi'ne secde etti. Ahsenu'l-hâlikîn olan Allah çok yücedir.� (Müslim, Müsafirîn 201)
Alemlerin Rabbi, Rasulü'nün sünnetine uyarak geceleyin kalkıp namaz kılan, dua edip ibadetle meşgul olan, yalvarıp yakaran kullarını da kitabında şöyle anlatıyor:
�Korkuyla ve ümitle Rablerine yalvarıp dua ettikleri için bedenleri yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak onlar için kendilerini mutlu edecek ne güzel nimetlerin hazırlanıp saklandığını hiç kimse bilemez.� (Secde, 16-17)
�Takva sahibi olan kullar, Rablerinin kendilerine verdiğini alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunacaklar. Onlar bundan önce dünyada güzel davrananlardı. Geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de bağışlanma dilerlerdi. Mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı.� (Zariyat, 15-18)
Gece uykudan uyanıp namaz kılmak, müekked sünnetlerin en başında yer alır. Mümine kazandırdığı çoktur. Bunun için teheccüd ibadetine engel olmak isteyen şeytanın ilginç hileleri vardır. Sabahtan hayata yorgun başladığından şikayet edenler, teheccüd ibadetinde bir şifa bulacaklardır. Rasul-i Ekrem s.a.v. şöyle buyurmaktadır:
�Biriniz uyuduğu zaman şeytan onun ense köküne üç düğüm atar. Her bir düğümü attığı yere, �gecen uzun olsun, yat, uyu' diye eliyle vurur. Şayet o kimse uyanarak Allah'ı anarsa, düğümlerden biri çözülür. Abdest alırsa, bir düğüm daha çözülür. Bir de namaz kılarsa, şeytanın attığı bütün düğümler çözülür ve böylece neşeli ve huzurlu bir şekilde sabahlar. Allah'ı anmaz, abdest alıp namaz kılmazsa, uyuşuk ve tembel bir şekilde sabahlar.� (Buharî, Teheccüd, 12; Müslim, Müsafirîn, 207)
Ne zaman, ne şekilde?
Rasululah s.a.v. Efendimiz, yatsı namazını kıldıktan sonra vitir namazını kılmadan evine dönerdi. Bir miktar uyuduktan sonra gecenin ilerleyen vakitlerinde kalkar teheccüd namazını kılardı. Teheccüd namazından sonra biraz dinlenip vitri eda ederdi. Teheccüd namazını, ikişer ikişer veya dörder dörder sekiz rekat kılar, arkasından vitre geçerdi. (Buharî, Teheccüd 16; Müslim, Müsafirîn 125)
Efendimiz s.a.v. Sahabe-i Kiram'ı teheccüd ibadetine şöyle teşvik ederdi:
�Bir kişi eşini geceleyin uykusundan uyandırıp birlikte namaz kıldıklarında, Allah'ı zikreden erkekler ve kadınlar arasına yazılırlar.�
Ve...
�Ey insanlar! Selamı yayınız, yemek yediriniz, insanlar uyurken geceleyin namaz kılınız. Böyle yaparsanız selametle cennete girersiniz.� (Tirmizi, Et'ime, 45)
Selametle cennete girenlerin arasında yer alma ümidi ve duasıyla...
"Hakîkî bir dost bulmak, o kadar kolay değildir. İnsan kendisine iyi bir arkadaş bulabilir. Vefâlı bir eş ve iyi bir iş de bulabilir. Hatta, gökte aradığını yerde bulanlar bile vardır.Ama hakîkî bir dost bulmak o kadar kolay değildir.
Önce gönüller üzerine dostluk köprüsü kurmak gerekir. Ancak böyle bir köprüyü inşâ edenler ve bu köprüden geçenler hakîkî dostlara kavuşabilirler. Dostluk köprüsünden geçmek için ise, insanın önce kendisinden geçmesi gerekir. Dostluk köprüleri, sağlam temeller ve şirin kemerler üzerine bina edilir. Bu köprülerin taşları cefa ile yontulmuş, harcı vefa ile yoğrulmuştur. Diğer köprülerin en az iki ayağı varken, dostluk köprüleri tek ayak üzerinde bile durabilirler. Yani karşı taraftan bir destek ve çıkar beklentisi yoktur. Dostların sevgisi de, şefkati de, ilgisi ve ikrâmı da karşılıksızdır. Bu köprülerin altından çok sular, üstünden uzun yıllar geçse de, onlar yıpranmaz ve yıkılmazlar.
Böyle bir köprü inşâ etmek zahmetli olduğu için hakikî bir dost bulmak da zordur.
Aşık Veysel, “Dost dost diye nicesine sarıldım” diyor. Ama hiçbirisinde bir vefâ bulamadığı için toprağın kucağına dönüyor. Çilenin, cefânın, sadakatin ve şefkatin sembolü olan kara toprağı dost olarak kabul ediyor. Bir başka âşık, ömür boyu bir dost bulamadığından yakınıyor, “Bir dost bulamadım, gün akşam oldu” diyerek sazının tellerine dokunuyor.
Mecazî aşkın çöllerinde dolaşanlar, hakîki bir dost bulamamanın ıztırabını yaşarlar. Allah dostlarından bir zatın dediği gibi, böyle âşıkların divanlarını sıksan, herbirinden hazînâne birer feryat damlar. Ancak, dostluk köprüsünden geçenler, Leylâ’yı bırakıp Mevlâ’ya koşanlar elemsiz lezzete kavuşabilirler.
Hallac-ı Mansur, Allah dostudur. Dostluk köprüsünden geçerek Rabbine o kadar yaklaşmış ki, artık O’nu kendinden, kendisini de O’ndan sayarak “Ene’l-Hak” demiştir. Fakat dost halinden anlamayanlar velîliği delilik kabul ederek kendisini idam ettiler. Önce ellerini ve ayaklarını kestiler, sonra da başını keserek bedenini yaktılar ve küllerini Dicle Nehrine attılar. Böylece gerçek bir dost, dostu için canını feda etmiş oluyordu.
Mansur idam edilirken, şeytan karşısına geçer ve şöyle der: “Ben de ene dedim, sen de ene dedin. Ama ben lânete maruz kaldım, sen rahmete nail oldun. Bunun hikmeti nedir?” Mansur da şu cevabı verir: “Sen ene dedin, kendini ortaya koydun, ben ene dedim, kendimi ortadan kovdum.” Demek ki, dost dostta fâni olursa, dostluk bâki kalıyor. Sufîlerin “fenâfillah” dedikleri bu olsa gerek.
Dostluk köprüsünden geçebilmek için bazı şeylerden vazgeçmek gerekiyor. Mansur, önce ene’sinden, sonra da başından vazgeçiyor. Acaba bizler ebedî ve ezelî dostumuz olan Rabbimiz için nasıl bir fedakârlık gösteriyoruz?
Meselâ, her sabah dost dâveti olan Ezân-ı Muhammedî’yi işitip de, bu dâvete icâbet etmek için uykumuzdan vazgeçebiliyor muyuz?
İçimizdeki öfkeden, kinden, hased ve husûmetten vazgeçip, muhabbet yolunu seçebiliyor muyuz?
Allah ve Rasûlüne ebedî dost olmak istiyorsak, gönlümüzün elinden tutup, “Gel dosta gidelim gönül” diye yollara düşmeliyiz. Bu yolda kaybedecek vaktimiz yoktur. Fırsatı kaçırdıktan sonra, “Geçti dost kervanı” diye sızlanmanın bir faydası olmayacaktır.